Haz 112012
 

Kişisel Gelişim konusunu, bir çok kişinin bir tür “zırvalar silsilesi” olarak gördüğünü düşünüyorum. Açıkçası, üç-beş yıl öncesine kadar ben de benzer şekilde düşünüyordum.

Ancak, 1990’lardan bu yana bilimsel bilgilerimizde pek çok depremler yaşadık. Yaşamaya da devam ediyoruz.

Örneğin insan beyni ile ilgili temel bilgilerimizden pek çoğu değişti. Bunları sıradan bir vatandaşın gözlemleri olarak yazıyorum. Bize öğrettiklerine göre, ya da daha doğrusu benim aklımda kalanlara göre, insan beynindeki hücreler çocukluk yıllarında tamamlanan çoğalma aşamasından sonra, sadece azalmaya mahkumdu. Ayrıca beynimizdeki bölgelerin yerleşimine bağlı olarak herhangi bir nedenle yitirilen hücreler nedeniyle ilgili fonksiyonlar da zarar görür ve bunu telafi etmek mümkün olmazdı.

Oysa şimdi “neuro-plasticity” kavramının pek çok örnekle desteklenen işlevlerine baktığımızda; beyin hücrelerinin sürekli yenilendiğini, işlev değiştirdiğini, gerektiğinde başka fonksiyonları üstlenmek üzere başkalaşım geçirebildiğini gösteriyor.

Genetik bilgilerimiz de benzer durumda değil mi? Nöroplastisite kavramının beyin hücrelerimize tanıdığı esneklik, epigenetik kavramlarıyla tüm genetik sisteme de taşınmış durumda. İki artı ikinin kaç edeceği artık sadece genetik kodlarla değil, çevresel koşullar da dikkate alarak belirleniyor.

Benzer değişiklikler bilimin başka alanlarında da yaşanmıyor mu?

İşte bütün bunlar, bilimsel katılığın, yerini daha toleranslı bir bakış açısına terketmesi gerektiğini gösteriyor. Bu esneklik bilimsel doğrulardan vazgeçerek, onlardan ödün vererek değil; bakış ve değerlendirme perspektifimizi biraz daha genişleterek, esneterek yapılmalıdır.

Henüz bilimsel olarak kanıtlanmamış olguları reddetmek yerine, onları bu genişletilmiş perspektife göre değerlendirmek çok daha sağlıklı olmaz mı?

Örneğin birer eski Çin uygulaması olan akupunktur veya akupressure sistemleri, insan vücudunda enerji meridyenleri bulunduğunu varsayar. Ama, bu meridyenlerin varlığı bu güne kadar bilimsel olarak kanıtlanabilmiş değil. Yaygın bilimsel görüş, kanıtlanamayan önerilerin reddedilmesiyle sonuçlanıyor. Bilimsel olarak kanıtlanamıyorsa reddedelim!

O zaman akla şu soru geliyor: Newton’dan önce yerçekimi yok muydu? Çekim yasalarının işlevini gösterebilmesi için onların yasalaştırılması şart mıdır?

1960’lı yıllarda Kuzey koreli bir profesör olan Kim Bong Han tarafından keşfedilen ve kendi adıyla “bonghan channels, bonghan ducts” olarak anılmakta olan bazı organların enerji meridyenlerinin yer aldığı düşünülen bölgelerde yoğunlaştığı ve akupunktur noktaları üzerinden dış dünyayla alışverişte bulunduğu söyleniyor. Hatta bu organların oluşturduğu ağın kan ve lenf dolaşımı gibi üçüncü bir dolaşım sistemi olabileceği belirtiliyor.

Bu bilgiler, benim uzmanlık alanımın dışında olduğu için net ve kesin bir değerlendirmede bulunmam mümkün değil. Fakat ben şunu yapmanın daha gerçekçi olacağını düşünüyorum: Bilimsel bir açıklaması yapılamasa da benzer koşullarda tekrarlandığında benzer sonuçlar veren uygulamalar gerçeği yansıtır. Burada önemli olan girdilerle çıktıların uyumudur.

Örneğin EFT (Emotional Freedom Techniques) sistemi, bazı akupunktur noktalarına parmak uçlarıyla vurarak uygulanıyor. Ben bu yöntemi kendi üzerimde yüzlerce kez uyguladım ve beklediğim sonuçları aldım. Aynı yöntemi başkalarına da uyguladım ve yine beklenen sonuçlara eriştim. Bu durumda, insan vücudunda enerji meridyenlerinin bulununup bulunmadığı, ya da Bonghan korpüsküllerinin uyarılmasının bilinmeyen bir dolaşım sistemini harekete geçirip geçirmediği beni çok fazla ilgilendirmiyor. Sadece, yaptığım uygulamanın sonucunda beklediğim sonuçları alıp almadığım önemli.

Bırakılan taşın yere düşmesi gibi, parmak uçlarıyla insan vücudundaki bazı noktalara yapılan vuruşlar fiziksel, zihinsel veya duygusal bazı sorunların üzerimizdeki olumsuz etkilerini ortadan kaldırabiliyorsa ve bundan insanlar yararlanabiliyorsa, yapılan iş doğrudur. Zamanı geldiğinde, birileri de bunun bilimsel nedenlerini araştırır, bulur.

Yapılan istatistikler, EFT ile elde edilen olumlu sonuçların %85-%97 arasında olduğunu gösteriyor. EFT’nin sadece placebo etkisi yaratıyor olabileceği savı da bu nedenle gerçekçi değil. Çünkü placebo etkisinin maksimum olumlu değeri ancak %60’lar düzeyine erişebiliyor.

Kişisel Gelişim konusuna “Dene ve Gör” yöntemiyle bakıyorum.

Önce Hızlı Okuma ile başladım. Sonuçlarını aldım. Üstelik bir yan etki(!) olarak yakın gözlüklerimden de kurtuldum.

Şimdi EFT (biz buna Tepeleme diyoruz) ile uğraşıyorum ve bu yöntemi herkesin öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu konularda hiç bir beklentim veya ön şartım yok! Araştırmalarımı ve denemelerimi sürdürüyor ve önümde kıvrılarak uzanan yolun beni nereye taşıyacağını heyecanlı bir merakla bekliyorum.

Ahmet Aksoy

 

Kas 112011
 

Norman Doidge, M.D. tarafından yazılan “The Brain That Changes Itself” isimli ve 2008 basımı kitabın ilk bölümlerini okudum. Ama bu kadarı bile beyin fonksiyonlarıyla ilgili dağınık bilgilerimin bir çoğunu daha iyi kavramama yardımcı oldu. İlgiyle okumaya devam ediyorum. Beynimizin işleyişini öğrenmeye, onun gizlerini anlamaya ilgi duyan herkese öneririm. Kitap sanıyorum henüz Türkçeye çevrilmemiş ama, İngilizce orijinaline internet üzerinden erişebilirsiniz.

Eski bilgilerimize göre insan beynindeki hücreler sadece belli bir yaşa kadar gelişebiliyordu. Sonra bu gelişim duruyor ve kalan hücreler zaman içinde giderek azalıyorlardı. Bir insan beyninin dış tabakaları ne kadar kıvrımlı ise, onun sahip olduğu bilgi ve fonksiyonlar da o kadar fazlaydı. Beyinde, her duyu organına ve onun fonksiyonlarına karşılık gelen bir bölge bulunuyordu. Bu bölgede bir hasar oluştuğunda ilgili fonksiyon da devre dışı kalıyordu. Örneğin işitme merkezinde oluşan bir hasar, işitme kaybına neden oluyor ve buna karşılık hiç bir şey yapılamıyordu. Beyin, devasa bir kapasiteye sahip, muhteşem bir elektro-kimyasal makinaydı.

Beyinle ilgili bu tür bilgilerim, akademik bir birikime dayanmıyor. Ancak, son yıllarda kişisel gelişimle ilgili çalışmalarım yoğunlaşınca, beyin, öğrenme,algılama gibi konular benim açımdan çok daha önemli bir yere oturdu. Yukarıda sözünü ettiğim kitap, dağınık durumdaki yeni bilgilerimin netleşmesini ve bir çok taşın yerine oturmasını sağladı.

Örneğin denge duygusunu -bir ilacın yan etkisi nedeniyle- artık ayakta bile duramayacak kadar yitirmiş bir kadının beyni, bir düzenek aracılığıyla oluşturulan elektriksel uyaranları dil yüzeyini kullanarak alabiliyor. Bu örnek gösteriyor ki, uyaranların beyne hangi organlar aracılığıyla ulaşmış olduğu pek önemli değil. Beyin, gereken düzenlemeleri yapıyor ve bu eylemler sırasında kendisini de değiştiriyor.

Doğuştan kör deneklerle yapılan bir başka çalışmada ise, kamera ve bilgisayar aracılığıyla oluşturulan görsel sinyallerin bir tür masaj koltuğu aracılığıyla sırt derisine uygulanan ve matris düzenindeki çubuklar aracılığıyla aktarılabildiği ve bu sayede deneklerin karşılarındaki kişileri tanıyabilecek hale gelebilecekleri gösteriliyor.

Beynin en önemli özelliklerinden birinin kendisini sürekli olarak yeniden yapılandırabilme özelliği, yani nöroplastisite olduğu ortaya çıkıyor. Dışarıdan alınan her uyaran sadece değerlendirilip yorumlanmakla kalmıyor; beyin dokusunun yeniden düzenlenmesine de etkide bulunuyor. Dolayısı ile beyin, durağan değil, tam tersine çok dinamik bir yapıya sahip. Belli bir konuda uzmanlaşmış hücreler yeterli uyaran alamaz olduklarında, hemen başka görevlere yönlendiriliyor. Bu da gösteriyor ki, sağlıklı bir beyin için doğru ve yeterli dış uyaranların varlığı yaşamsal öneme sahip.

Tıbbi gelişmelerin de etkisiyle ortalama yaşam süresinin uzaması, beyin fonksiyonlarının da korunması ve geliştirilmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Alzheimer gibi hastalıklar eskiye kıyasla çok daha büyük bir sıklıkla karşımıza çıkıyor. Sağlıklı bir yaşam için sadece vücut kaslarımızın değil, beynimizin de düzenli olarak antrenman yapması gerekiyor.

Beyin antrenmanları için uygun, çok sayıda bilgisayar programı var. Ama onlarla yetinmeyin. İlginizi çeken farklı şeylerle uğraşın. Yeni bir dil öğrenin. Resim yapın. Okuyun. Yazın. Dans edin.

Beynimiz, bizi biz yapan en önemli organımız.

Ahmet Aksoy